Atatürk, bir dönemin değil, bir bilincin temsilcisidir. O bilinç, “tam bağımsızlık” düşüncesiyle yoğrulmuştur. Tam bağımsızlık yalnızca askeri bir kazanım değil; düşüncede, ekonomide, kültürde ve dış politikada kimsenin güdümüne girmemektir. Cumhuriyet, bu ilkenin üzerine kuruldu: halkın kendi kaderini kendi belirlemesi. Bugün Atatürk’ü yaşatmak, bu ilkenin içini yeniden doldurmak demektir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, değişen dünya dengelerinde yeni bir yön arayışına girdi. NATO üyeliği, Batı’ya eklemlenmenin bir adımıydı; ama aynı zamanda kendi iradesini dış ilişkilerde koruma sınavıydı. O sınav, hâlâ devam ediyor. Atatürk’ü yaşatmak, işte bu sınavda dengeyi bulmaktır: Ne içe kapanmak ne de başkalarının planlarının parçası olmak. Bağımsızlık, kendi yolunu çizebilme cesaretidir.
Atatürk’ü yaşatmak, ulusal bütünlüğü korumaktır. Bu bütünlük, yalnızca sınırların değil, düşüncelerin ve ortak bilincin korunmasıdır. Bir ulus, kendi içinde ayrıştırıldığında, dışarıdan yönetilmesi kolaylaşır. Atatürk, Anadolu’nun dağınık halkını ortak bir hedef etrafında toplamayı başardı: özgür, üretken ve onurlu bir millet olmak. O hedef bugün de geçerlidir-ama artık yalnızca silahla değil, bilgiyle, teknolojiyle, kültürle savunulmalıdır.
Atatürk’ü yaşatmak, ekonomik bağımsızlıktır. Üretim olmadan bağımsızlık bir slogandır.
Bir ülke, sanayisini dışa bağladığında, karar hakkını da devreder. Atatürk’ün sanayileşme hamleleri, yalnızca ekonomik değil, politik bir bildiriydi: “Bu ülke kendi ayakları üzerinde duracaktır.”
Bugün aynı irade, teknoloji, enerji ve tarım politikalarında da yeniden üretilmelidir.
Çünkü bağımsızlık, ancak üretimle kalıcı olur.
Atatürk’ü yaşatmak, uluslararası bağımsızlığı korumaktır. Bu, dünyaya sırt çevirmek değil; dünyayla eşit ilişkiler kurabilmektir. Atatürk’ün dış politika anlayışı, hiçbir ülkenin çıkarına teslim olmadan, karşılıklı saygı üzerine kuruluydu. Bugün Türkiye’nin görevi, aynı onurlu çizgide kendi sözünü söyleyebilen bir ülke olmaktır. Ne büyük güçlerin gölgesinde ne de yalnızlık korkusuyla kimliğini unutan bir ülke.
Atatürk’ü yaşatmak, dünyada onurla var olabilmektir.
Atatürk’ü yaşatmak, halkın bilincini diri tutmaktır. Onu “dinsiz”, “ajan” ya da “Batıcı” diye karalayan söylemler, aslında Cumhuriyet’in temelini hedef alır. Bu propagandalar, halkın inancına, kimliğine ve geçmişine karşı değil, onun aklına yönelmiştir. Çünkü aklı zayıflayan bir millet, yönlendirilmeye açık hale gelir. Atatürk’ü yaşatmak, bu aklı yeniden güçlendirmektir-eğitimde, sanatta, düşüncede.
Atatürk’ü yaşatmak, gençliği özgür düşünceyle donatmaktır. İtaat eden değil, sorgulayan, üreten, eleştiren bir gençlik… Cumhuriyet’in teminatı budur. Okullar, yalnızca bilgi aktaran değil, bilinç uyandıran yerler olmalıdır. Genç zihinlerin özgürlüğü, ülkenin bağımsızlığının teminatıdır.
Atatürk’ü yaşatmak, geçmişe takılı kalmak değil, geleceği kurmaktır. Onun bıraktığı miras bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Her nesil bu mirası kendi çağının şartlarıyla yeniden yorumlamalı, yenilemelidir.
Böylece Cumhuriyet bir nostalji değil, sürekli ilerleyen bir yaşam biçimi olur.
Ve unutulmamalıdır: Atatürk’ü yaşatmak, yalnızca anmakla değil, anlamakla mümkündür. Anlamanın yolu da çalışmaktan, üretmekten, sorgulamaktan ve inanmaktan geçer.
Ulusal bütünlüğümüzü koruyup, uluslararası alanda onurlu bir duruş sergilediğimiz sürece, Atatürk yalnızca tarih kitaplarında değil, bu ülkenin damarlarında yaşamaya devam eder.