Kader-Kısmet Meselesi

Toplumumuzda sıkça duyduğumuz iki ifade vardır: “Bu benim kaderimmiş” ya da “kısmetim değilmiş.” Güzel bir kabullenişi, hayatı anlamlandırma biçimini anlatır bu sözler. İnsan, varoluş içinde inançla yaşarken hem kendi enerjisini hem de bulunduğu durumu bu kelimelerle dile getirir.

Kısmet, Arapça “kısım, pay, hisse, nasip” demektir. Dilimizde “kesir”le bağlantılı olarak “eksiklik, kusur” anlamına da yaklaşır. Yani insanın, içinde bulunduğu toplumdaki payının göstergesidir.

Kader ise yine Arapçadan gelir; “ölçme, değer biçme, ilahi kudret, alın yazısı” gibi anlamları vardır. Daha çok inanç içerikli söylemlerde karşımıza çıkar. Aslında kader de kısmet de insanın yazılımını ve donanımını işaret eder. Onlara anlam veren ise bizim ben’lik durumumuzdur. Yazılım ve donanımın birliği bu sorunun ortadan kalkmasına neden olur.

İnsanın “benliği” bir sistem içinde var olduğunda bu kavramlar sadece olayı ve durumunu kabulleniş değil, aynı zamanda olaylara müdahale hakkı doğurur.

Önceden belirlenmiş bir kader ve kısmet var mıdır?”

Rivayet edilir ki, bir gün biri elinde elma ile Hz. Ali’ye gelmiş ve:

-Bu benim kısmetim mi? diye sormuş.

Hz. Ali ise şöyle cevap vermiş:

-Yersen kısmetindir, yemezsen değildir.

Yani insanın elinde bir cüz’i irade vardır. Kendi payı üzerinde tasarruf sahibidir. Kendi iradesiyle tamamlamasıyla “kader” meselesi de çözülmüş olur. Çünkü kendi kendisine sınır koyan aslında insanın kendisidir. Sonsuz bir döngüye gerçekten sınır çizilebilir mi?

Elbette genetik bir devriyat vardır. İnsan anne babasından aldığı hem maddi hem manevi mirasla dünyaya gelir.

Bu onun “kapasitesini” belirler. Ama insan evrensel bir varlık olduğu için olumlu ve olumsuzluğa açıktır.

Özgür iradesiyle attığı adımlar, bu kapasitenin sınırlarını genişletir. Bir yerde insan kendi kaderini kendi eliyle yazar. Fakat iradesini başkasına teslim ederse, kaderi de başkasının eline geçer.

Modern toplumlarda doğan biri, sahip olunan imkânlarla yol alabilirken; geri kalmış toplumlarda irade çoğu zaman bastırılır, bu duruma razı olmayan iradeler sonunda beyin göçünü sağlar. Yani mesele, nerede doğduğumuz değil; var olduğumuz imkânları ne kadar işleyip dönüştürdüğümüzdür.

Hayat değişim ve dönüşümle kaimdir. İnsan ateş olsa cürmü kadar yer yakar, midesi kadar yer. En sevdiği şeyi bile üç öğün üst üste yese dördüncüsünde midesi bulanır.

İnsan farklı kültürleri, olayları, hayatları görerek kendini tamamlamak ister. Eksiklerini kapatmak, görüşünü genişletmek için çabalar. İşte bu çaba, kader ve kısmetin üstüne çıkmaktır.

Mevlânâ’nın anlattığı hikâyede olduğu gibi: Yük taşımaktan sırtı yara içindeki eşek, padişahın ahırına götürülür.

Orada Arap atlarının bolluk içinde beslendiğini görür ve “Ben de Allah’ın yarattığı mahlûkum, neden onlar rahat, ben sıkıntıdayım?” diye şikâyet eder. Ama savaş çıkınca o atlar cepheye sürülür, yaralı halde geri döner. Bunu gören eşek, “iyi ki eşekmişim” deyip kendi haline razı olur. Hayatta bedelsiz, emeksiz hiçbir şey varlığını devam edemez.

Haline razı olan, kazancını ağız tadıyla yer. Haline razı olmayan da bedelini öder; çünkü her şeyin bir bedeli vardır.

Asıl mesele kişinin kendi kapasitesini tam olarak kullanabilmesinde yatar. İşte o zaman başkasına imrenmez, herkesi hareket ettiren ilahi kudretin önünde saygıyla eğilir.

Aksi halde nizalar bitmez. Ama zaten hayatın dinamizmi de burada gizlidir. Kime ne diyebiliriz ki?