Bunun ardında genetik kod yazılımı olduğu kabul edilse de bu olguyu daha yalın bir biçimde şöyle düşünebiliriz: İçinde yaşadığımız çağın, ait olduğumuz kültürün ve bireysel gereksinimlerimizin oluşturduğu bir etkileşim alanının içindeyiz.
İnsan, olayları kendi gereksinimleri doğrultusunda; varlığını kurmak ve sürdürmek amacıyla okur.
Okumak yalnızca yazılı bir belgeyi çözmek değildir. Tüm varlık ve eylemleri, yazılı bir kitabın kelimeleri veya canlı yaşamın cümleleri gibi görüp okumak mümkündür.
Okullarda önce renkler ve şekiller, sonra bunların birleşiminden doğan yeni biçimler öğretilir. Ardından harfler, heceler ve kelimeler tanıtılır. Daha sonra da “ne” olduğu, “nasıl” olduğu ve “niçin” olduğu açıklanır. Neticede, toplumsal ve dönemsel iradenin biçimlendirdiği yaşamı deneyimlemek bireyin payına düşer.
Toplumu bir arada tutan kişiler, farklı dil ve inançlardan bireyleri de kendi ihtiyaçları doğrultusunda okur. Bir harfin sedası bellidir ve bir sesli harfle dile gelir. Başka kelimelerle bir araya geldiğinde ise o ses yeni bir bütünün içinde kaybolur ve farklı anlama dönüşür. Anlam ise bireysel isteklerimizle yoğrulur; bağlamlar oluşturur ve eyleme dönüşür. Yani okumak, aynı zamanda yazmaktır.
Doğada bunu yapmayan hiçbir varlık yoktur. Gazlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar… Hepsi çevresi ve birbiriyle etkileşim içinde, varlıklarıyla doğayı okuyup yazarak hayatın anlamını kendi dillerinde ortaya koyar.
Okur-yazar olmak, yalnızca bir okul diploması almak değil; bireyin, anlam bağlamında yaşamın içinde olduğunun bilincine varmaktır. Daha üst bir manada ise, bireyin-varlığın-içinden hayatın aktığı bir boru olduğunun farkına varmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in İsra Suresi 14. ayetinde şöyle buyrulur: “Oku! Kendini tanımak için kendi vücut kitabın sana yeter. Her an, kendindeki niteliklerin sahibini anlama çabası içinde ol.”
Bundan anlaşılıyor ki her okuma, varlığa ait bir olayı tanımadır. Varlık, yaşayarak dile gelir; insan ise o yaşamın içindekini kendi hâl ve söylemi ile dile getirir.