İnanma, neye olursa olsun, insanı var eden eylemlerin başında gelir. Bu inanç ile insan her zorluğa göğüs gererek hedefine ulaşır. Bir yaratıcıya inanma, bir ideolojiye inanma, kendine inanma-inanmanın genel, toplumsal ve özel olmak üzere üç boyutudur.

İnsanın hedefi genel anlamda, var olmak ve var oluşunu eserler vererek ölümsüzleştirmek diyebiliriz. İlk dönemlerde bu var oluş içinde kendi konumunu keşfeden insan, bu varlığa kutsallık atfederek bir yaratıcı aramış, oluşturduğu mit ve hikâyeleri dudaktan kulağa aktararak örfünü, töresini (arifliğini) var etmiş ve bu bağlamda yaşamını sürdürmüştür.

Bu inanca göre bir tanrı var ve tüm oluşu yaratıp kontrol eder. Dinsel ifade ile varlık ve varoluş tanrının zuhurudur.

Kur’an’da varlığın oluşu için “kün fe yekün”-ol der ve olur-denir. Bu oluş, doğa yasaları kapsamında varlığın değişim ve dönüşümle yeni ve anda kalmasını sağlar.

Peki “ol” emri bir askerin “hazrol” komutu mudur, yoksa patronun sistemin işleyişindeki iradesi midir? Bence bunun da ötesinde, patronun ve sistemin, komutan ve askerin birliğinde vücuda gelen bir emirdir. “Ol” emri oluşun içindedir. Oluştaki “ol” emrini okumak ise insanın görevidir. Çünkü kutsal kitap “oku” diye başlar ve eylemlememiz istenir. Tanrı-yaratıcı olan biliş değil oluştur.

Okumak, oluş ve işleyişle bir olmak için bir yaratıcıya ihtiyaç vardır. Bu olmadığı zaman insan, kendinden ve bütünden koparak belirsiz nesneye dönüşür. İdeolojilerle fraksiyonlarda, anlam kargaşası içinde kendi kendisiyle kavga eder. Bir yaratıcıya bağlandığında ise onunla olur, onda olur. Yaratıcı sonsuz hayat sahibidir.

İnsan, tüm varoluş gibi, bireysel yaşam mücadelesini vererek beslenme, barınma ve üreme faaliyetlerini sürdürür. Daha sonra kendi konumunu tanıyarak varoluş ile uyumlu yaşamın yolunu açar ve kendine tanrılık dahi roller biçer.

Tanrı tanımını “varlığı var eden” olarak ele aldığımızda, insan bu varoluşun bir parçası konumuna gelir ve kendisini bütün içinde konumlandırır. Burada insanın ad koyuculuğu ortaya çıkmaktadır. “Cinleri ve insi bana ibadet etsin diye yarattım” ayeti bu gerçeği dile getirir. Âdem için “halife” (Tanrının halini ifa eden), peygamberler için ise “hem kul hem irsal edeni reisi” denmektedir. Yani insanın içinde tanrının ruhu vardır.

Ruh, Arapça “nefes” demektir. Bu bağlamda insan, nefis sahibi olmasıyla bireysellik ve bireylerin bağlı olduğu hava ile var olabilmektir. Yani maddenin üç halinin devir daim ettiği biyolojik varlıktır. Derin mana aramak gerekirse mana, anlamdır. Bu da her bireyin kendi yaşamına bağlı özel durumdur.

Bu anlamı kazanabilmek için konan kurallar, din külliyatının literatürünü oluşturur. Buna evrilmeyen, bu dili anlamayan bir şey anlamaz ve “çağ dışı” der.

Çağ dışı diye tanımlayanlar aslında dini kendi amaçlarında yorumlayanların teknikleridir. Oysa psikanaliz, psikoloji ve bilimin aydınlattığı dünya, insanın ve varlığın birliğini ortaya koymuştur. Bugünün en büyük dindarı, işini severek yapan her kademeden insandır diyebiliriz. Bu konu da uzmanlık gerektirir ki teoloji-ilahiyat konuyu bilim olarak ele alır. Din ve tasavvufa, insanı bulunduğun noktadan varoluşla bir ve uyumlu olmasını sağlar diyebiliriz.

İnsanın doğasında bulunan hırslar uygulamada, insana ve doğaya zarar verse de bu zararlar görüldüğünde tedaviye yönelik uygulamalar da yapılmaktadır. Kendi hırslarımızı dengelediğimizde ve kök inançlara sıkı sıkıya bağlı, aynı zamanda aşırılıklardan uzak bir yaşam formunu benimsediğimizde çevremizle birlikte dengeli bir yaşama kavuşuruz.

Bunu çağ dışı tedrisat ve siyasi-ideolojik anlayışla değil, çağdaş eğitim yöntem ve araçlarıyla, hayatın içinde yapıcı uygulamalarla yapabiliriz.

Dindar; yasaları kendine uygulayan, yasalara uygun yaşayan kişidir. Dinci görünen ise, söylem ve şekil olarak öyle görünür ama dinin emirlerini kendine uygulamadan kendi çıkar ve amaçlarına göre yorumlayan kişinin tanımıdır.

Üzerinde yaşadığımız topraklarda, içinde bulunduğumuz çağda, başta hükümet ve yöneticiler olmak üzere, aynı dile ve yasaya bağlı kalarak birlik ve beraberliği koruyacak ve yaşatacak model insanlar olarak yaşamak birinci vazifemiz olmalıdır. Böylelikle yaratılışa uygun yaşayarak varlığımızı devam ettirebiliriz. Aksi takdirde o ülke- sistem batmıştır ve tek başına kurtuluş yoktur.