İnsanlık tarihi boyunca “okumak” ve “yazmak” sadece kültürel bir beceri olması yanında aynı zamanda varoluşun temel birer metaforu olmuştur.
İlk devirlerden günümüze mağara resimleri ve heykeltraşlık eserleri ile başlayan insanın okuduğunu-düşündüğünü ve ne anladığını söyleme, yazma, aktarma çabasına girmiştir.
Günümüzde yalnızca şekil olan harflerle yazılan kelimelere mana yükleyerek yazma süreci kendisi bir tiyatral sahne olan yaşamda sürmektedir.
Başlangıcı belli değil, sonu beli değil. Her doğumla yeniden var olan insanoğlunun bu yaşam denilen ilizyondan çıkış yolu yok mu?
Atalar söz uçar, yazı kalır demişler. Söz, çıktığı yerden, ağızdan kulağa, çıktığı yere (beyine) uçar.
Yazı nerede kalır? Doldurulmuş ve dondurulmuş levhada. Bu levha genetik kod da olabilir metal, taş veya kağıt levhada. Harfleri de bitkiler, hayvanlar, insanlar ile ürettikleri semboller.
Aslında birey kendisine yazılanlardan ne anlıyorsa onu okuyor. Çünkü yazan kendi değil. Kendine yazılanlarla önceki yapılanları okuyarak yüzleşiyor. Bir yerde kişi-mana bedenleşerek kendi anlamını hayatta uygulayarak yaşamı sorguluyor denebilir.
Toplumsallık, bireysellikten oluştuğundan günümüzde, yetkin bir öğretmen rehberliğinde eğitim müfredatı kapsamında sınıfta yapılan okumalarla öğrencilerin farklı anlayışları harmanlanarak bireylere o metnin ne anlatmak istediği ile veri aktarılmaktadır.
Bireyler o verileri kendilerindeki hafıza-genetik kayıtla kıyaslayarak içinde var oldukları şartlarda menfaatleri doğrultusunda yaşama /yazmaya dönüştürürler. Toplumsal yaşamlar da bunun pratikte uygulama sahasıdır.
Burada aslolan varoluşa uygun kamusal menfaatin önde olmasıdır. Aksi durumda kaotik durum oluşur ve düzen bozulur.
Kur’an’da ilk emrin “Oku!” şeklinde gelmesi, yazının ise daha çok toplumsal düzen bağlamında (sözleşme, borç, kayıt) vurgulanması bu ikili sistem düzenin sağlanmasına işaret eder.
Yine Kuran’da “insanın yaptıklarını yazmaktayız” uyarısında bulunulmuştur. Bugünün bilimsel seviyesi ile bu uyarıyı eylemlerin genetiğe işlenmesi ve karakterleri oluşturması olarak algılanabilir. Hatta bedenleşen hastalıklar, huylar, davranışlar bu yazılanların yaşam bulmasıdır
Bu uyarıcı bilgi bilimsel keşiflerin olmadığı dönemlerde “kiramen katibin meleklerinin amel defterine yazdığı ve ahirette eylemlerin hesabı görülerek sonucunda cennete veya cehenneme atılacağı” şeklinde bildirilmiştir.
Bu ifadeden, bedenin hayvansal biyolojik alt yapı bağlamında işleyen kısmının bireyler aracılığıyla deneyimlenerek yazılım ve açılımı sürekli güncellenerek devreden ve gelişen bir süreç olduğu anlaşılmaktadır.
Ölüm, bu yaşamın farkındalığı açısından olmazsa olmaz bir deneyim sunmaktadır. Hz. Peygamberin “ölmeden evvel ölün ve nas uykudadır” uyarısı bu bağlamda bir farkındalığı fark etme reçetesidir.
Bireyin dünyaya geliş misyonu, bu yazılanlarla yüzleşip, düşüncesini evrensel yazılım ile güncellemesi.
Bedelini verip virüs ve mikroplardan, kötü amaçlı yazılımlardan arınarak aslına, orjinalliğine uygun yaşamadır
Bu yaşama şansı kendisine verilmiş birey ise maalesef bundan haberi olmadan amel defterini dünyalık uğraşlarla doldurarak ahirette cennette yaşamayı ummaktadır.
Bilinenlerden ve olanlardan yola çıkarak her bir bireyin aynı senaryonun farklı oyuncuları, senaristleri, yönetmeni ve seyircileri oldukları söylene bilir. Bu bağlamda herkesin oynadığı rolü en iyi şekilde oynaması gerekir. Aksi taktirde hiçbir rolün garanti olmadığından hak ettiğin değerdeki rolün yaşanacağı oynanan filmden anlaşılmaktadır.
Varoluşun yansıması olan bu yaşamlar bireyin içinden seyredilmektedir. Bir yanda eylem, bir yanda muhasebe ve bir yandan da müspet veya menfi yargılı yaşamlar sürülmektedir.
Ve idrakinde olanlar için her gün başın yastığa konması ile başlayan muhasebe ve mizan. Ve gün doğumu ile kaldığı yerden devam eden yaşamdır.
Bu yaşamn da suçlunun da avukatın da yargıcın da mahkemenin de bireyden ayrı olmadığı anlaşılmaktadır.