“Hangi bağın bağbanısan gülü sen; aldın aklım, ettin beni deli sen. Kırk yıl kalsa yine kendi malımsan. İsterem ki bir gün evvel gele sen” diye seslenir bir halk türkümüz...
Bağ, bağcı ve gül üçlemi varoluşun olmazsa olmazıdır. Bağ kelimesi üzüm tiyeklerinden oluşan bahçenin adı yanında bir şeyi bir şeye bağlamak anlamı ile birlikte engel, set anlamı da taşımaktadır.
Kuranı Kerim de sizi ‘bir erkekle bir dişiden, tek nefisten yarattık’ der ve ilk emir olarak da oku, bağı kur ‘alaka’ ve araştır’ olarak emredilmiştir.
Ne yazık ki bağlamak eylemi yapısı gereği, bağlanmadan, düğüme dönüşmeden bilinmiyor ve düğüm çözülmeden de bağıntı anlaşılmıyor. Varlıktan ayrı bir insan oluşmuyor ve düğüm çözülmeden de insan anlaşılmıyor.
Üzüm (özü) yetiştirene de bağcı derler. Hatta Antik Çağda Tanrı olarak kabul edilen Dionysos’un bir adı da Bağcı’dır.
Bağcı, toprağa diktiği bir çubuktan üzüm yetiştirir ve o üzümleri bağlarından kopartıp tanelerini ezerek suyunu çıkartır ve dönüştürerek şarap olmasını sağlar. Yani doğanın özünü ortaya çıkartarak çıra, sirke ve şarap olduğu gibi insan da bağ çubuğu gibi yetişerek özünün ortaya çıkması ile yüce yaratıcının varlığına ve birliğine delalet eder
Bir damla suya Allahın nefhetmesiyle başlayan hayat dünyayla bağlanır. Bu bağlantı 40 yılda olgunlaşarak bağlayanı ve bağlantıyı bir bağcının elinde yetişerek olgun kamil ortaya çıkmada. Hangi sanat sahipsiz, ustasız pirsiz elde edile bilir ki?
Tasavvuf ilminde, kainatın özü olan Hz. Muhammed bu bağlantıdan ortaya çıkan gül olarak sembolize edilmiştir. O sevgi ve muhabbet olarak varlığın içindeki güzellik olarak ikram edilmiştir. Bu varlığı eylemleriyle kendinde birleyip ortaya çıkartmak ise bireyin gayretine bırakılmıştır. Nereye yönelirse onda başarılı olur.
Gayret bireyden Tevfik Allah’tandır.