İnsanın varlık sebebini ve bireyin anlamını sorgulamak hem felsefî hem de dinî düşüncenin temel sorularındandır. Hz. Peygamber bir hadisi şerifte “Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız ya da Allah yakında sizin üzerinize öyle bir bela gönderir de sonra Allah'a dua edersiniz de duanız kabul edilmez” buyurmuştur.
"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim" ifadesi, insanın kendilik iddiası ile mutlak kudret arasındaki ince bağı gösterir. Nefis, bireyin öznel benliği, tanıma, sahip çıkma ve var olma iddiasını temsil ederken, Allah'ın elinde olması, bireyin mutlak kudretin tasarrufunda olduğunu gösterir. Bu bağlamda, birey ve kudret arasındaki ilişkiyi anlamak, insanın varlık amacını ve kâinattaki yüce yerini kavrayabilmek için önemlidir.
Birey, görünüşte bağımsızdır; özünde kendilik duygusu, yani benliği vardır. Ancak bu benlik, mutlak kudretin tecellisi olmadan var olamaz. Eğer nefis gerçekten Allah'ın elindeyse, bireyin bağımsız bir varlık olduğunu söylemek ya da Allah'ın varlığını reddetmek, mantıksal bir çelişki doğurur. Bu bağlamda birey, bağımsız özne değil, kudretin yansıması ve sınırlandırılmış bir varlık olarak ortaya çıkar. Yani bireyin doğal, toplumsal ve bireysel döngüden ayrı bir varlığı yoktur.
İslâmî metinlerde insan, Allah'a ibadet etsin ve O'nun kudretini bilsin, varlığı işleyerek varlığın özünü ortaya çıkarması için yaratılmıştır.
Bu ibadet yalnızca ritüellerden ibaret değildir; ahlâk, adalet ve sorumluluk ile tezahür eden bir bilincin ifadesidir. Tasavvufî bakışla ise insan, Allah'ın tecellilerini taşıyan bir aynadır; her birey, kudretin yansımasıyla var olur.
Bu anlayış, kâinatı da bir enerji reaktörü gibi görmemize olanak sağlar. Tüm varlık, kudretin dalgalanmasıdır; enerji, hem yayılır hem de form kazanır Kâinat, atom çekirdeklerinden galaksilere kadar, bu kudretin sürekli hareket eden ve aynı zamanda sabitlenmiş bir yansımasıdır. Varlığın varlığı ve döngüsü bu dalgalanmayı, dağılmayı ve toplanmayı, hareketi ve canlılığı doğuruyor.
Birey; nefis, kâinat ve kudret arasındaki ilişkiyi, aynı zamanda varlığın hem göreli hem de mutlak boyutunu gösterir.
"İnsanın varlığı, kudretin akışı, birey, kudretin aynası, kâinat da kudretin sahnesidir." Peki ne oluyor da insan birbirini yiyor. Aslında tüm varlık birbirini yiyerek var oluyor ve bu varoluşun yönü birliğe, iyiliğe, insanın çağın gereksinimine göre yaşamasını doğuruyor.
Başlangıçta ifade edilen hadisi şerif arif olmayı, bilgiye vakıf olarak eylem yapmayı, bu düşüncede olanlarla bir arada olmayı önermektedir.
Her birey kendi dininin, dilinin ve ırkının egemen olmasını istemektedir. Bu da bireyin kendini din dil ve ırka hapsettiğinin göstergesidir. Kendi dilini anlasa varoluşun dilini de anlayıp kabul edecek.
Kişi kendi bireyselliğine egemenliğini sağlasa her yerde aynı din (yasa) aynı dil (eylem) ve ırkın (genetik devriyatın, insanın) var olduğunun; senlik ve benliğin birbirini tanımamadan kaynaklandığı ve tanımayı doğurduğu idrakine gelecek, var olmak için birbirini tanımanın da- öldürerek-kavga ederek yiyerek mücadele ettiğinin göstergesidir. Halbuki Birbirimizi severek, birbirimize ikram ederek birlikte var olma ve varlığı devam ettirme yolu da var.
Birinci Dünya Savaşının sonunda Osmanlı coğrafyasını yeme mücadelesine karşı kendilerini yok etmeye çalışan ortak düşmana karşı verdikleri mücadele sonrası Mustafa Kemal’in birlik ve dirliğimizi canlandırıp bir bayrak altında birleştirerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti adı altına almasıyla varlıklarını yüz yıldır devam ettirmektedir. Kurulan Cumhuriyet idaresi ve anayasal vatandaşlık bağı da herkesi kapsamakta ve herkese aynı imkanı sunmaktadır.
Yaşam mücadelesi dün olduğu gibi bugün de birbirini yiyerek devam etmektedir.
Balkanlardan İran’a ve Mısıra kadar olan bölgede aynı kültür coğrafyası olan Anadolu’da var olan bizlerin özgür ve bağımsız yaşama arzusundan özge bir dinimiz (yasa) dilimiz (eylem) ve düşüncemiz bulunmamaktadır.
Peygamberin “emri bil maarif nehy anil münker hadisi her ne kadar dini ve ahlaki bir tebliğ olarak tanımlanıp iyiliği emret kötülükten alıkoy olarak yorumlansa da aynı zamanda akıl ve bilimle olanlarla olmamızı, onu reddedenle olmamamız istemektedir.
Eğer böyle olunmazsa da “Allah yakında sizin üzerinize öyle bir bela gönderir de sonra Allah'a dua edersiniz de duanız kabul edilmez” buyurulmuştur.
İçinde bulunduğumuz çağda dışarımızdaki ve içimizdeki olayları okuyup anlamak için taahhütlü zarf ile eylemlerinizin ürünüdür diye bir tebliğ mi bekliyorsunuz?