Sevda kelimesi, yalnızca “aşk” anlamına gelmez; Arapça kökeninde “siyah” ve “karanlık” anlamlarını da taşır. Bu, sevdanın yüzeydeki parıltısının ötesinde, bilinçaltının derin sularında dolaşan karmaşık bir duyguyu işaret eder.
Arapça sawdā, aynı zamanda melankoli ve içe dönüklüğü çağrıştırır. Bu yönüyle sevda, neşeyle birlikte hüzün ve boşluğu da barındırır. Hacerü’l-Esved örneğinde olduğu gibi, taşın bağrında yeni bir hayatı saklaması gibi, sevda da karanlığın içinden doğan bir imkândır.
Sevda, bireyin kendi içindeki karanlıkla yüzleşmesi, onunla barışmasıdır. Işık ise karanlığın yokluğu değil, onun içinden süzülen bir parıltıdır. Kişinin kendini anlama arzusu, bu ışığın kaynağını oluşturur.
Leyla ise klasik edebiyatta sadece sevgili değil, aynı zamanda aşkın gölgesini de temsil eder. Negatif bir film karesi gibi, aşkın işlenmemiş, gizli ve bazen acı verici yanını yansıtır. Ancak sabır ve farkındalıkla bu negatif, pozitif hâle gelir; bu dönüşüm aşkın olgunlaşmasıdır. Bu yüzden Leyla hem karanlığı hem ışığı içinde barındıran çok katmanlı bir semboldür.
Tasavvufta Leyla dünyevi aşkı, Mevla ise ilahi aşkı temsil eder. “Leyla’dan geçip Mevla’ya varmak” ifadesi, dünyevi sınırları aşarak hakikate yönelmeyi anlatır. Psikolojik açıdan ise Leyla, bireyin gölgesini, yani bastırdığı taraflarını simgeler. Olgunluk, bu gölgeyle yüzleşip onu dönüştürmekle mümkündür.
Sevda ve Leyla’nın yolculuğu, karanlık ile ışığın birlikte var olduğu bir süreçtir. Aşk, karanlığın içinden doğar; Leyla bu ışığın sınavıdır. Onu dönüştürmek, bireyi hakikate yaklaştırır. Bu yolculuk, sonunda Mevla’da, yani dostta, doğada, varoluşun akışında tamamlanır.