Zekâ, biyolojik bedenin sinirsel işleyişinden doğan, insana has bir zihin ışığıdır. Bu doğuştan gelen bir yetenek olması nedeniyle bireysel biyolojiyi aşan ve tüm varoluş ile birlikte işleyen bir sistem olarak tanımlanır.

İnsan burada bireysel kimliğini aşarak anlam kuran bir varlık haline gelerek varoluşun amacı konumuna yükselir. İnsan tabiata, aleme ayna olma durumundadır.

Bu düşünce, Tanrıyı dışsal bir kudret olmanın yanında, insan idrakinde ortaya çıkan evrensel bilinç olarak yaşam bulmaktadır.

Bu bakış açısı, Tanrı’yı soyut metafizikten yaşanan varoluşun merkezine yerleştir.

Zekâ, yalnızca biyolojik bir işlev değil, bilinçli anlam kurma sürecidir. O nedenle bir yerde “bilen bilmeyen bunun içinde” denirken bi yerde “bilen aynı bilmeyen gayrı” hiç bilenle bilmeyen bir olur mu denilmiştir.

Bu tanımların insan ile beşer farkındalığı amaçlı söylendiği anlaşılmaktadır. Yani bilenle biliniyor, bilmeyen gayrı.

Zekâ, bedende ortaya çıkan ama bedeni aşan bir nitelik taşır. İşte Tanrının yaratıcı kavramı burada anlam kazanmaktadır. İnanç olarak aşkın bir dış güç anlaşılan Tanrı, varoluşun kendi düzeninde uyumundadır. Bireyin niyetine uygun eylemine bağlı olarak ortaya çıkan bilinçte vücut bulur.

İslam’da, bireyin cennette Tanrıyı göreceği müjdelenmiştir. Yunus suresi 26. Ayette: Güzel davranışta bulunanlara daha güzeli ve fazlası vardır denilmiştir.

Tıpkı zekânın bedenin işleyişinden doğması gibi, Tanrı da evrenin işleyişinde ortaya çıkar. Bu anlayış, yaratanı doğaya içkin (yaratılanın içinde) kılar ve evrenin her parçasında tezahür eden bilinç olarak tanımlanır.

İnsan, zekâ sayesinde kendi bilincini fark eder ve varoluşu sorgular. Bu sorgulama sürecinde Tanrı, insanın idrakinde açığa çıkan bir bilinç olarak belirir. Bu durumda Tanrı, insan için “dışarıda” bir şey değil, varoluşu kavramak için açılan içsel ufuktur.

Kuran’da “Ayetlerimizi afakta ve enfüste onlara göstereceğiz. Onun gerçek olduğu açıkça belli olsun diye. Rabb'inin her şeye tanık olması yeterli değil mi?” buyurulmuştur.

Tasavvufta “Tanrı insanın kalbinde tecelli eder” denir; bu, Tanrı’nın idrak edilen bir bilinç oluşuna işaret eder.

Felsefede Spinoza’nın “Deus sive Natura” (Tanrı yani Doğa) sözü, Tanrı’yı varoluşun düzeniyle özdeş kılar. Yani doğanın işleyişine baktığında Tanrıyı gördüğünü söyler.

Modern bilinç teorilerinde de evrenin derin yapısında bir tür “kozmik zihin” bulunduğu tartışılmaktadır.

Zeka bedende işleyişle ortaya çıkması, damla ve deniz metaforu gibidir. Bu bağlamda Tanrı da varoluşun işleyişiyle ortaya çıkan, insan idrakinde kavranabilen bir bilinç olarak tanımlanır.

Bu yaklaşım, yaratanı hayatın dışında korkutup cezalandıran bir otorite olmaktan çıkarıp, yaşamın kendisinde sürekli var olan bir hakikat olarak görmemizi sağlar. İnsan, bu bilinci idrak ettikçe hem Tanrı’yı hem de kendi varlığını daha derin anlamda kavrar.